Bizim çocukluğumuz doğum yerimiz olan Çaykara’da geçti.
Çaykara sahilden yirmi beş kilometre içeride kendine has özellikleri ve yaşam şartları ile güzel bir ilçemiz.
Tabii ki Trabzon’un bazı ilçeleriyle benzer özelliklerde gösterir.
Müslüman Türk milletinin değerleri bizde de çok canlı olarak yaşatılmaktadır.
Çaykara’da komşular arasında diyaloglar çok samimi ve içtendir.
Coğrafi şartları çok zor olduğundan buralarda işler hep insan gücüyle yapılır. Güç ve dayanışma ne kadar fazla olursa işler o kadar kolay ve zahmetsiz olur. Bundan dolayıdır ki insanlar birbirleri ile dayanışma içinde yaşar. Bu dayanışma insanları birbirine yakınlaştırır, kaynaştırır, samimiyetlerini artırır. Hep de artırmıştır.
Ramazan ayı başlarken komşu kadınlar bir araya gelir ramazan hazırlığı yaparlar. Ardından da tabii ki bayram hazırlığı…
Ev ve çevre temizlikleri, börek ve baklavalar nice tatlılar…
Bunları yaparken yakın komşular bir araya gelir ve imece usulü yardımlaşırlar. İşleri olan komşular gelmeseler bile onlar da unutulmaz. Gelememeleri dert edilmez. Yapılan kesilen makarnalardan, yapılan tatlılardan onlara da eşit bir şekilde bölüştürülür.
Herkes birbirini gözetir ve korur.
Sadece bunlar değil tabii.
Biz de komşular birbirlerini çok iyi bilir: Kim ne yapar, nereye gider, ne zaman gelir bunları komşular hep birbirlerine söylerdi. Eğer bir komşu tarlaya, fındıklığa ya da başka bir işe gitmişse onun geç geleceğini diğer komşu bilir. Geç ve yorgun gelen komşusu uğraşamaz- yapamaz diye kendisinin yaptığı yemekleri komşusuyla bölüşür…
Evet, biz de olup da komşu da olmayanlar bölüşülürdü. Bundan dolayıdır ki herkes her şeyden faydalanır, yokluğunu çekmezdi. Genelde yaz aylarında çayır biçme zamanları komşular çayırda olur işi uzayıp da gelemeyince çocuklar yemek yedi mi yemedi mi ya da ne yapıyorlar diye endişelenmezdi. Bilirdi ki muhakkak komşular onlara sahip çıkar, yedirir içirir, koruyup kollar…
Meralardan -bizim oralarda yaylım denir- gelen hayvanların dışarda kalacak diye bir endişesi olmaz, onları da komşular ahıra koyardı. Eğer bir komşunun hastası, yaşlı bakıma muhtaç birisi ya da kundakta bebeği varsa işlerini yapmakta gecikiyorsa komşular toplanır elbirliği ile ona yardım eder onun o sıkıntısını hallederdi.
Bunlar yapılırken hiçbir çıkar gözetilmez, menfaat düşünülmezdi. Bugün sana, yarın bana… Kimin ne zaman ne olacağını ancak Yaradan bilir. Herkes yaptığı iyiliğin karşılığını da Yaradan’dan beklerdi. “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü,” bizim şiarımızdı. Bu güzel yaşantılar bizimle tarih boyu gelmiştir. Zaten bizim bu yardımlaşma- dayanışma kültürümüz atalarımızdan gelmektedir.
Atalarımız bu güzel davranışları yaşatmamız için ne güzel sözler söylemiştir: “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” “Ev alma komşu al.” Atalarımız böyle nasihatler etti de peki inancımız ne dedi? Peygamber Efendimiz (sav): “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” “Cebrail bana komşuya iyilik yapmayı o kadar anlattı ki komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” Buyurdu.
Bu konuda atasözleri ve hadislerin üzerinde ayetler de vardır tabi: “Allaha kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babanıza iyilikte bulunun. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışlara, elinizin altında bulunan köleye, cariyeye, hizmetçi ve işçilere iyilik yapın. Çünkü Allah kendini beğenen ve çokça övünüp duran kimseleri kesinlikle sevmez. (NİSA/36)
Bizim töremiz, örfümüz, inancımız iyilik- güzellik üzerine kuruludur. Eğer bir toplum kendi örfü, adeti, kültürü, inancı ile yaşamıyorsa o toplum batmıştır, köle olmaya mahkumdur. Biz bu güzellikleri yöremizde çok da güzel yaşadık. Ramazan ayında iftar sonrası herkes beraber camiye gider, yatsı ve teravih namazlarını kılar, sonra komşular birbirlerinin evinde toplanır, geç saatlere kadar sohbet ederdi.
Biz çocuklar bu ayı çok benimsemiştik. Oruç tutmak isterdik, bazen tutabilirdik bazen de zorlandığımız zamanlar olurdu. O zaman da büyüklerimiz bizi yaptığımızdan dolayı över sonra da bazen “yarım gün tutsanız da olur,” derler ve orucumuzu bozdururlardı. Bizim o dönemler en eğlenceli dönemlerimizdi. Sorumluluk yok, dert yok, eğlence- oyun çoktu…
Ramazan boyunca zevkle elimizden geldiğince ailelerimize yardımcı olurduk. Eğer yaz ayıysa ve yayladaysak caminin yanında toplanır oyunlar oynar sahur vaktini beklerdik. Bazen hava yağışlı ve soğuk olurdu. O zaman da caminin yanında bulunan boş dükkânda ya da kendi yaptığımız kelifte oturur, sohbet eder ya fıkra anlatırdık ya da birbirimize bulmaca sorardık.
Hava iyi olursa yaylanın çimenlerinde bolca koşar oynardık. Sahur vakti gelince yayla halkını uyandırmak için -bizim davulumuz yoktu- elimize boş tenekeleri alır onlara ince çubuklarla vurarak ses çıkartırdık. Böylelikle yaylacı uyanırdı.
Yine bir akşam arkadaşlar toplandık sahurda yayla halkını uyandıracaktık. Aytunç arkadaşımız dedi ki: Bu akşam tenekeye vurmayalım, benim teybim var. Teybe bir kaset koyalım her evin kapısına gidip müzik dinletelim. Hep birlikte olur dedik ve öyle yaptık. O zamanlar meşhur olan bir yabancı müzik vardı bizim yaşta olanlar hatırlar kikiki kokoko kulu kulu vak vak diye nakaratı vardı.
Biz onu çalıp komşuları uyandırdık. Teyp çalarken o anlamını bilmediğimiz şarkıya bizde eşlik ediyorduk. Yaylamızda Fetiye Ninemiz vardı, belli ki onu da bu şarkı ile uyandırmışız. Sabahleyin komşulara diyor ki: Eee kızlar akşam yaylayı cinler bastı. Bizim evin kapısına geldiler: kikiki kokoko kulu kulu diye bağırıp durdıler. Savuru yaptum aptes alup sabaha kadar Kur’an okudum.”
Buna biz çok gülmüştük ama bunu biz çaldık bu bir şarkıdır diyemedik o zaman.
Hani daha sonra o şarkıyı bizin çaldığımız anlaşılınca bu emek karşılığından bahşiş de almadık değil hani…
Çok güzel zamanlarda yaşamışız meğer. Gönül ister ki bu değerlerimizin en az bir kısmını çocuklarımıza da benimsetebilelim…
Hadi el ele, gönül gönülle verip nice güzelliklere…
Mehmet Eren Yazdı